HABERİ PAYLAŞIN

Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Serdar Palabıyık ile röportaj yaptık. Serdar Palabıyık; lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. Temel olarak Osmanlı Diplomasi Tarihi, Türk Dış Politikası Ve Eleştirel Jeopolitik Kuram alanlarında çalışmaları New Perspectives on Turkey, Bilig, Middle Eastern Studies ve Bulletin of School of Oriental and African Studies ve benzeri dergilerde yayımlandı. Doç. Dr. Palabıyık, halen TOBB ETÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.

  • Merhaba hocam, öncelikle genç yaşınızda önemli başarılara imza atmış bir isim olarak sizi kendinizden dinlemek isteriz. Nasıl bir çevrede büyüdünüz, hayat serüveninizi bize kısaca anlatır mısınız?

Ben Kastamonu İnebolu’da doğdum ve ilkokul hayatım orada geçti. Sonra Anadolu Lisesi sınavlarını kazanınca ailecek Ankara’ya yerleştik. Ardından üniversite sınavlarında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü kazandım. Çok istediğim ve çok severek okuduğum bir bölümdü. Mezun olduktan sonra kısa bir süre milletvekilliği danışmanlığı yaptım. Ardından Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde uzman olarak çalıştım. Sonrasında ODTÜ’de araştırma görevlisi kadrosu açıldı, sınavlarına girdim ve orada araştırma görevlisi olarak devam ettim. O sırada da yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. Doktoramı tamamladığım 2010 yılından itibaren de TOBB ETÜ’de Uluslararası İlişkiler Bölümünde çalışmaktayım. Aslında Uluslararası İlişkiler bölümünü seçerken ve okurken hayalim Dışişleri Bakanlığında çalışmaktı, fakat 3. sınıfta Dışişleri Bakanlığında bir staj yaptım ve Dışişleri Bakanlığında değil de akademik dünyada bir kariyer yapmayı tercih ettim.

  • Bunda ne etkili oldu hocam?

Bunda hem şahsi sebepler hem de Dışişleri Bakanlığının yapısı etkili oldu. Büyükelçilik, dışişleri meslek memurluğu çok önemli meslekler ama sürekli yurtdışı ile yurtiçi arasında hayatın bir anlamda dağınık geçmesi benim gibi düzen seven birisi için zor geldi açıkçası. Öyle bir hayat yerine kendime akademik kariyeri daha yakın buldum.

  • Hayatta hepimizin zaman zaman önüne çıkan engeller var. Sizin hedeflerinize ulaşmanızda karşınıza çıkan en büyük engel neydi, bunu nasıl aştınız?

Zannediyorum en büyük engel ve benim en çok bocaladığım dönem lisans eğitimimi bitirdikten sonra bir süre işsiz kaldığım dönem oldu. Yani o dönem ciddi bir iş arayışına girdim. Çeşitli kamu sınavlarına girdim. Aslında sınavlar fena geçmemişti ama demek ki nasip değilmiş bir şekilde olmadı. O dönemde karşıma önce milletvekilliği danışmanlığı, arkasından Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi gibi fırsatlar çıktı. Buraları çok iyi değerlendirdim. Meclisin işleyişini görmek, orada milletvekilleriyle tanışmak, siyasetin nasıl yapıldığını görmek çok öğretici oldu. Çok deneyimli biri olan emekli büyükelçi Onur Öymen’ in danışmanlığını yaptım. Çok bilgili bir kişiydi ve kendisinden çok şey öğrendim.  Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde de rahmetli Gündüz Aktan, Ömer Engin Lütem gibi isimlerle çalıştım. Bu tecrübeler akademik yaşamın dışında Uluslararası İlişkiler bölümü mezunlarının neler yapabileceğini ve bu disiplinde öğrendiklerimi nasıl uygulayabileceğimi görmem açısından çok yardımcı oldu.

  • Ermeni tehciri konusunda araştırmalarınız ve bu konuda diğer dillere de çevrilen bir kitabınız var. Bu meselenin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye kendini bu alanda yeteri kadar ifade edebiliyor mu?

Türkiye Ermeni diasporası ile mukayese edildiğinde 1915 olaylarının nasıl adlandırılacağı tartışmasında oldukça geç kaldı. Böyle bir sorunun var olmadığını düşünmeyi tercih etti. Türkiye’de Esat Uras’ın 1950 yılında yayımladığı Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi kitabı dışında bu konuda ilk ciddi eserler 1980li yıllarda ASALA teröründen sonra ortaya çıkmaya başladı. ASALA terörü ortaya çıkınca neden bizim diplomatlarımız öldürülüyor, nedir bu meselenin aslı diye sorular sorulmaya başlandı. Türkiye dönemin uluslararası kamuoyunun ASALA’ya veya Ermeni soykırımı iddialarına verdiği desteği de görerek bu konuda yayınlar yapmaya başladı. Türk Tarih Kurumunun, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün ve halihazırda Fen Edebiyat Fakültemizin Dekanı Prof. Dr. Yusuf Sarınay hocamızın da bu konuya katkıları çok olmuştur. Arşiv belgeleri tanzimi, ardından bu belgelere dayanan yayınlar yapılması 80’lerin sonu 90’ların başı gibidir. Dolayısıyla biz bu işe geç başladık. Türkiye şu anda nasıl bir noktada diye sorarsak Ermeni diasporası ile mukayese edildiğinde hala çok geride. Avrupa Birliği ülkelerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki eyaletlerin önemli bir kısmı 1915 olaylarını soykırım olarak tanımış durumda. Ama şu var ki bu tanımaların hukuki olarak bir geçerliliği yok. Bunlar siyasi kararlar. Bu konuda Avrupa Adalet Divanı’nın İlk Derece Mahkemesi’nin 2003 yılında almış olduğu bir karar var. 1915 olaylarının soykırım olarak tanınmış olmasının siyasi olduğunun ve bunun hukuki bir sonuç doğuramayacağının altını çiziyor. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Perinçek vs. İsviçre davasında verdiği kararda da bunu görüyoruz. Karar 1915 olaylarının soykırım olarak tanınması konusunda uluslararası bir uzlaşma olmadığını söylüyor. Yalnızca yirmi beş civarında ülkenin soykırımı tanıdığını, dolayısıyla bu konuda bütün dünyanın soykırımı tanıdığıyla ilgili bir sonuç ortaya çıkmadığının altını çiziyor. Dolayısıyla Perinçek davası, 1915 olaylarının soykırım olarak adlandırılmasının veya adlandırılmamasının hukuki olmaktan çok siyasi olmasını vurgulaması bakımından önemlidir.

  • Dışişleri Bakanlığı’nda arşiv çalışmalarında görev almıştınız. Bize deneyimlerinizden bahseder misiniz? En çok ilginizi çeken şey ne olmuştu?

Maalesef Dışişleri Bakanlığı arşivi uzun yıllardır kapalı olan bir arşiv.  Kapalı olmasının nedeni de tasnif edilememesi, bunun için yeterli kaynağın ayrılamamış olması. Son birkaç yıldır bunun için çok ciddi bir bütçe ve insan kaynağı ayrıldı. Özellikle Tarih, Uluslararası İlişkiler gibi alanlarda çalışanlar için çok kıymetli olan bu arşiv neredeyse tamamen dijitalize edilmiş durumda. Bu belgeler yakında ilk kez kamuoyunun önüne çıkacak ve bizim oldukça sınırlı bildiğimiz pek çok konu birdenbire açık bir hale gelecek. Bu durum Türk Dış Politikası’nı kavramamız, Türk Dış Politikası tarihini anlamamız açısından çok önemli bir katkı olacak. Türk Dış Politikası’nda pek çok detay ortaya çıkacak ve pek çok boşluk dolmuş olacak. Ayrıca ben Dışişleri Bakanlığının yanı sıra Osmanlı Arşivleri’nde de çok çalıştım. O da çok öğretici bir arşivdir. Dijitalizasyonu oldukça iyi yapılmıştır. Son dönemlerde çok önemli bir kısmı kamuoyuyla paylaşıldı ve benim de yakından takip ettiğim yayınlar yapılıyor. Son olarak da geçtiğimiz altı ay İtalya Floransa’da European University Institute bünyesindeki Avrupa Birliği Tarihi Arşivinde çalıştım. Orada Türkiye’nin Avrupa Topluluklarına 1959 yılındaki ilk başvurusuna dair belgeleri toparladım. Arşiv çalışması çok öğreticidir. Bir tür arkeolojik çalışma yapmak gibidir. Geçmişte yazılmış bir belgeyi elinizde tutmak veya -artık dijitalizasyon nedeniyle elinizde tutamıyorsunuz, ekranda görüyorsunuz ama- görmek, hissetmek, o havayı teneffüs etmek çok öğretici bir şeydir. Ayrıca arşivler bugüne kadar karanlıkta kalmış pek çok noktanın açığa çıkmasını sağlar.

  • Hocam Türkiye’deki Osmanlı’dan kalan ve Türkiye’yi ilgilendiren birçok arşivin Balkanlar’da kaldığını öğrenmiştim. Peki onların geri alımı için Türkiye neler yapıyor, nasıl bir etkileşim söz konusu?

Belgelerin orijinalinin geri alımı yapılamaz ancak çeşitli Balkan ülkeleriyle veya çeşitli arşivlerle ikili anlaşmalar yapılıyor. Bunlar dijitalize edilen belgelerin dijital kopyalarının değişimi için yapılan anlaşmalardır. Mesela Türkiye’den sonra en zengin Osmanlı arşivlerinden biri Bulgaristan Devlet Arşivleri’dir ve bu arşivle de böyle işbirliği çalışmaları yapılıyor. Bu çalışmalar oradaki belgelerin dijital kopyalarının Türkiye’ye; Türkiye’deki Bulgaristan’la ilgili olan belgelerin dijital kopyalarının Bulgaristan’a taşınması gibi ikili işbirlikleridir. Bu da arşivlerin zenginleşmesine katkı sağlar. Türkiye’yle ilgili sadece Balkan ülkelerinin değil, İtalya’nın, Almanya’nın, Fransa’nın, Rusya’nın arşivlerinde de oldukça zengin belgeler vardır ve zaman zaman bunlar kitap halinde yayınlanır. Bunlar da tabii hem Türk Dış Politikası’nın hem de Türk tarihinin bilinmeyen yönlerini anlamamız noktasında bize çok büyük fayda sağlar.

  • Hocam okumayı çok seviyorsunuz. Çoğu kimsenin okumayı sevmediğini düşündüğümüzde bu sevgiyi nasıl kazandınız?

Bu kimileri için çocukluktan gelen bir alışkanlıktır. Ben 4-4,5 yaşlarında okumayı öğrendim ve o zamandan beri okuyorum. Benim ilgi alanlarım çok değişiktir. Yalnızca tarih ve uluslararası ilişkiler üzerine değil her alanda okumayı çok severim. Her okuduğum eserin bana öyle ya da böyle bir şey kattığını düşünürüm. O yüzden mümkün olduğunca geniş alanlarda okuma yapmayı tercih ederim.

  • Peki hocam bunda ailenizin katkısı oldu mu?

Çok büyük katkısı oldu. Benim annem de babam da öğretmen. Hatta babam tarih öğretmenidir. Dolayısıyla bizim evde tarih kitapları hep vardı ve ben hep okurdum. Okumayı hep çok sevdim ama bunu alışkanlık haline getirmek için geç değil. Yani okuma alışkanlığı erken yaşlarda edinilirse bireye çok daha fazla katkı sağlar ama hiçbir zaman geç değil. Bunun yanı sıra dediğim gibi okuma yalnızca kendi alanınızla da sınırlanmamalıdır. Çok geniş alanlarda okuma yaparak çok farklı dünyalara girebilirsiniz ve bu sizin asıl alanınızı da zenginleştirmenizi sağlar. Örneğin benim doktora tezim Osmanlı seyyahlarının seyahatnameleri üzerineydi. Ben bu edebi eserlerden bir uluslararası ilişkiler doktora tezi yaptım. Bu disiplinler arası çalışma yöntemi çok önemli. Özellikle de bizim alanlarda bu daha çok geçerlidir. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler çalışıyorsanız tarih, iktisat, siyaset bilimi -hatta edebiyat, psikoloji - bütün bu alanlardan bir şeyler almalısınız ki daha bütüncül bir analiz oluşturabilesiniz. Dolayısıyla her alanda geniş ve düzenli okuma yapmak çok önemli.

  • Hocam bölümümüze gelen her öğrenci en az iki dil bilmesi gerektiği konusunda ciddi bir baskı altında. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Kesinlikle öyle. İngilizce artık bir tür evrensel dile dönüşmüş durumda ve İngilizce bilmemek çok ciddi bir sorun. İngilizceyi neredeyse bir yabancı dil olarak saymamaya başlıyorum artık. Çünkü bu çok bilinir bir dil haline geldi. Tabi İngilizceyi ne kadar biliyoruz, ne kadar kullanıyoruz o da tartışılır ama en azından İngilizceyi konuşacak, yazacak kadar bilmek gerekiyor. Bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin özellikle ilgi duyduğu alanların, bölgelerin dilini öğrenmesi çok önemli. Örneğin Rusya’yı merak ediyorsanız Rusçayı, Ortadoğu’yu merak ediyorsanız Arapça, Farsça ya da İbraniceden en az birini, Uzakdoğu’yu merak ediyorsanız Çince, Japonca, Korece veya Avrupa’yı merak ediyorsanız Fransızca veya Almancayı bilmelisiniz. Bunu belki İngilizce kadar ileri seviyede bilemeyebilirsiniz, o kadar geliştirecek vaktiniz olmayabilir ama en azından literatürü, bir televizyon programını takip edecek kadar bilmekte çok büyük fayda var. Aynı zamanda bu, dünyayı takip etmek açısından da çok önemlidir. Bu konuda bizim okuldaki yabancı dil sisteminin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Ancak dil sadece bir hocanın size öğretmesiyle öğrenilmez. Siz çaba harcamazsanız, o dili geliştirmeye devam etmezseniz, dil çok kolay unutulur. Bireyin kendisinin de ikinci yabancı dil öğrenimine çok büyük önem vermesi lazım. Çünkü ikinci yabancı dil artık olmazsa olmazlardan biri haline geldi. Örneğin son dönemlerde Dışişleri Bakanlığında Fransızca bilen elemanlara ciddi bir biçimde ihtiyaç olduğunu biliyorum. İspanyolca, Rusça, Çince, Arapça gibi başka dilleri bilen elemanların hem Dışişleri Bakanlığında hem diğer kurumlarda daha fazla tercih edildiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu, iş imkanları açısından da çok önemli. 

  • Uluslararası ilişkiler çok geniş bir alan. Tarih, diplomasi, ekonomi gibi birçok alanda hatrısayılır bir bilgi ve görüş sahibi olmamız gerekiyor. Bu konuda bölümümüz öğrencilerine tavsiyeleriniz nelerdir?

Uluslararası ilişkiler öğrencilerinin çok okumaları lazım. Okumak çok önemlidir. Kastettiğim sadece uluslararası ilişkilerle ilgili metinleri okumak da değil, roman, şiir ve diğer edebi türlerin de okunması gerekiyor. Çünkü edebi türler belli bir dönemin, belli bir toplumun yaşayışı hakkında bilgi verir. Mesela Ortadoğu ile ilgili çalışıyorsanız Amin Maalouf’un eserlerini veya Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’nı, Halil Cibran’ı veya Necip Mahfuz’u okumalısınız ki o dünyaya girebilesiniz. Dünya yalnızca ders kitaplarından veya akademik yayınlardan öğrenilebilecek bir şey değil. Onu romanlardan da okumanız, o havayı teneffüs etmeniz gerekmektedir. Eğer roman, hikaye, şiir okursanız bu sizin üslubunuzu çok güzelleştirir. Hem konuşurken hem yazarken size müthiş bir üslup katar. Bu da yazdıklarınızın daha fazla okunmasını, konuştuklarınızın daha fazla dinlenmesini sağlar. Bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin yapmak zorunda olduğu bir diğer husus gündemi takip etmek. Gündemi de sadece Türk basınından değil uluslararası basından da takip etmeli. Çünkü uluslararası ilişkiler öğrencileri ve tarihçiler olarak en önemli hatalarımızdan biri tarihçilerin günümüzü, uluslararası ilişkiler öğrencilerinin de geçmişi ihmal etmesidir. Hâlbuki bu ikisi arasında müthiş bir devamlılık var. Dolayısıyla bir tarihçinin çalışmaları ancak günümüzü bilmekle, bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin çalışmaları da ancak geçmişi bilmekle daha mükemmel hale gelir. Bu yüzden mutlaka gündem de takip edilmeli geçmiş de bilinmeli ve bu ikisi arasında devamlılıklar ve değişimler takip edilmeli. Uzun vadeli olayları anlamak, gelecekle ilgili daha sağlam analizler geliştirmek ancak geçmişi ve bugünü çok iyi bilmekle gerçekleşebilir.

  • Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı hocam?

Şunu söylemeliyim ki yalnızca uluslararası ilişkiler ya da tarih açısından bakmamak gerek. Mühendislik, tıp, mimarlık ya da hangi alanda olursa olsun Türkiye’de yaşayan her bireyin Türk tarihini, Türk Dış Politikası’nı, Türkiye’nin ve hatta dünyanın kültürel, sosyal düzenini en azından temel hatlarıyla bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani ‘’Ben doktorum, yalnızca tıpla ilgilenirim.’’ ya da ‘’Ben mühendisim, yalnızca mühendislik alanlarıyla ilgilenirim.’’ demek artık günümüzde hiç doğru değil. Her vatandaşın bunu bir genel kültür olarak değerlendirip bu alanda da kendisine yatırım yapması çok önemli. Türk tarihini, Türk Dış Politikası’nı, Türk siyasi ve toplumsal hayatını olduğu kadar dünya üzerinde neler olup bittiğini bilmek, gündemi takip etmek sadece bizim disiplinler için değil her birey için gereklidir. Dolayısıyla bütün öğrenci arkadaşlarımızın buna dikkat etmesinde çok büyük fayda var. Kaldı ki biz de hala öğrenciyiz aslında. Ne zaman ‘’Tamam, artık bir noktaya ulaştık, bir mevkiye geldik, bundan sonra yeni şeyler öğrenmeye gerek yok.’’ dediğimizde o noktada durağanlaşma başlıyor. Sürekli olarak kendimizi yenilememiz gerekiyor. Yani mezun olup işe girdiğinizde işiniz bitmiyor. Kendinizi yenilemediğiniz sürece hangi işi yaparsanız yapın durağanlaşmaya ve sonrasında başarısız olmaya mahkûmsunuz. O yüzden mutlaka üniversite yaşamı sonrasında da kendimizi yenilemeye devam etmeliyiz.

Röportaj: Merve Seçgin - Uluslararası İlişkiler Bölümü

Fotoğraf: Şule Demir - Psikoloji Bölümü